Öncü Eğitimciler
Öğretmen Zümreleri
Eğitim Akademisi
Öğretmenler Odası
Öğretmenim Sempozyumu
Sitelerimiz
Tematik Öğretmen Gezileri
Çözüm Ortaklıkları
Yazar Öğretmenler
Haberler
İncir Çekirdeği
İletişim
Anadolu Faaliyetleri
Uluslararası
Basında Biz
Öncü Çocuk Akademisi
#BeyazTebeşir
Öncü Konuşmalar
Öğretmen Atölyeleri

Türkiye Asla Türkiye Değil 2: Gezi Yazısı

Türkiye Asla Türkiye Değil - 2

Gezinin birinci kısmı için tıklayınız...

Kosova’nın başkenti Piriştine’de Bill Clinton bulvarından geçerken Amerikan hayranlığının boyutunu Kosova ve Amerikan bayraklarının aynı seviyede yan yana asılmalarını da görünce daha iyi anlıyorum. Birden İstanbul’daki sahil yolunun adının Kenneyd Caddesi olduğunu hatırlıyorum. Özenti her yerde.

Tito zamanında  inşa edilen binaların dış cephesinden tuğlalar hâlâ görünüyor. Bununla halka verilmek istenen “Hepimiz bir binanın tuğlalarıyız. Birimizi çıkarırsak bina çöker.” mesajı olduğunu öğreniyoruz.

Sırbistan’ın Kosova’yı halen kendi toprağı görmesi ve UÇK’nın buna karşı tedbiren silah bırakmaması bölgede her an yaşanması muhtemel çatışmanın olası bir sorun olarak görünüyor.

Rengârenk  sardunyaların balkonları süslediği şehir, başkent olmanın o soğuk yüzünde açan gülüş olarak gözüküyor.

Yolun genişletileceği yerde arsasından geçecek kısma izin vermemek için neredeyse yolun orta kısmına duvar örülmesini esprili bir dille “Arnavut inadı.” olarak açıklanıyor. Cümlenin devamında Osmanlı’dan ayrılan en son milletin Arnavutlar olduğunu da söylemekte ihmal edilmiyor.

Murat Hüdavendigâr’ın  I. Kosova Savaşı sırasında Sırp askeri tarafından sırtından bıçaklanarak bu topraklarda hayatını kaybetmesi üzerine kalbi ve iç organlarının burada yapılan türbeye(Meşhed-i Hüdavendigar), bedeninin ise Bursa’ya defnediliyor. Piriştine’ye 6 km uzaklıkta bulunan türbe, Kosova’daki en eski Osmanlı eseri.

 

Geniş bir bahçeye girince karşımıza gelen temiz bakımlı iki katlı şimdilerde müze olarak kullanılan binayı, yaptığım araştırma sonucu ziyaret edenlerin dinlenme ve barınmalarını sağlamak amacıyla Sultan II. Abdülhamid’in yaptırdığını öğreniyorum.

Bu binanın bekçiliğini Piriştine’den bir genç yapıyor. Gençle konuştuğumuzda mesai saatleri içinde bekçilik yaptığını ve maaşını Kosova’da bir derneğin verdiğini söylüyor.

Türbeye girdiğimizde ise bizi ortadan ikiye ayrılmış kocaman bir dut ağacı karşılıyor. Hiç bu kadar büyük bir dut ağacını görmemiştim. Zamanla ortadan ikiye ayrılmış dut ağacı adeta gelenlere kucak açar gibi gövdesini iki kola ayırmış türbe ile yaşıt olan dut ağacının meyve vermemesine rağmen yemyeşil ve capcanlı.  

Türbeyi Sultan Abdülmecid'in bir beratı ile aslen Buharalı olan Hacı Ali 300 kuruş maaşla türbedar olarak atanıyor. Bugünkü Türbedari ailesi de bu soydan geldiği ifade ediliyor.(2).

 

Türbenin hemen yanında küçük bir evde yaşayan yaşlı kadının soyadının “Türbedari” olması da buradan geliyor. Türkiye’den geldiğimizi duyunca çok seviniyor. Daha önceden ziyarete gelenlere de atfen kendine has şivesiyle başlıyor konuşmaya “Biz burda beş yüz sene. Dede de bizde soyadi var Türbedari. Orda eski dede nene amicaları ama kominizm vakti bilmedi nerde mezar. Çok zulüm yapti. Burda var İnşallah Türkiye dünyada en büyük devlet. Dede torin geliyor. Bu türbe en büyük tapi Balkanlarda, Gazi Orhan Bitevi balkan, sekiz milyon kilometre o vakit Türkiye. Ne gittiler hepten bizi bıraktılar.”  Gözleri doluyor. Kırmızı başörtüsü, kırmızı pantolonu ve kırmızılı yeleği gibi elinde türbenin bahçesinden yeni kesilmiş kırmızı olan üç  gülü çevirirken içinden geçenler sanki dünyayı tersine çevirmek istediğini düşündürüyor.    

Dönemin Tanin Gazetesi ( 5, 17 Haziran 1911) Balkanlarda Osmanlı’nın varlığını devam ettirdiği mesajını vermek için çıktığı yolculukta üç yüz bin kişinin Cuma namazında  Sultan V. Mehmed Reşad’ın arkasında saf tuttuğunu yazıyor. Bunların çoğu Müslüman Arnavutlar olsa da,   Boşnak ve Sırp köylerinden gelenlerin sayısı da oldukça fazla olduğunu yazıyor. Yaşlı kadın bunu gururla yüz bin olarak anlatıyor.

 Türbeden çıkıp Adem Yaşari’nin (Jashari) türbesine giderken görülen her Arnavut Bayrağı’nın altında bir şehidin defnedildiği yerin işareti olduğunu öğreniyoruz. Adem Yaşari’nin hayatını kaybettiği evin o anki durumunu göstermek amacıyla dışardan kurşun izlerinin harabe ettiği binaya dokunulmadan akıllıca yapılan giydirmeyi görüyoruz.  Bakınca savaşın iğrenç yüzünü bir kez daha görebiliyorsunuz.

 Binaya bakınca burayla ilgili önceden öğrendiğim Yaşari ailesine uygulanan vahşet geliyor aklıma. Yaşari’nin aile fertlerinin bir küçük kız çocuğu hariç hepsi öldürülüyor. Bırakılan küçük kız çocuğu merhamete geldikleri için bırakılmıyor. O küçük kız çocuğuna ölen aile fertlerinin cesetleri gösterilerek çocuğun ruh sağlığı bozuluyor. Yaşanan Sırp vahşetinin vardığı boyutlara bir örnek.

 İpek şehrine bağlı İstok Kasabası’nın Suşitsa Köyü’ndeyiz. Buraya neden geldiğimizi okulun tabelasını okuyunca anlıyoruz. Okulun Adı Mehmet Akif Ersoy. Burası Mehmet Akif Ersoy’un doğduğu köy. Köy camisinin yanındaki mezarlıktaki mezar taşları dikkatimi çekti. Mezar taşlarında mermer üzerine ölenlerin resimleri yapılmış. Ya da yapıştırılmış. Bazı mezar taşlarının üzerinde ölenlerin fotoğrafları ve mezar taşının hemen yanına dini motifler konmuş. Bazı mezar taşlarının yanına bir ya da iki küçük minare figürü konmuş.

 Dönüş yolunda gördüğümüz sıra dağların (Kara Dağlar)ardındaki Karadağ’ı ve Sırbistan varlığını düşününce ordusu bile olmayan Kosova için güvenliğin ip üstünde olduğunu düşünmeden edemiyorum.

 Kosova’nın bayrağındaki altı yıldız, aralarında Türklerin de bulunduğu altı ayrı etnik yapıyı temsil ediyor.

 Yemek  sürprizi muhteşemdi. Yemeği Kula Yetim(Kulla E Jetımıt) ya da bir başka deyimle yetim kalmış kullar, savaşta yetim kalmış Kosavalı çocuklar yararına çalıştırılan lokantada yedik. 1600 rakımlı dağ yamacına çıkmak epeyce vakit aldı. Yol bazen öyle daralıyor ki, otobüsün üst kısmı neredeyse yolun kenarındaki kayalara sürtecek gibi oluyordu. Ormanlık alanda suların ve havanın muhteşem olduğu bu mekânda yemek yemenin manevi hazzı bir yana lezzet olarak da muhteşemdi. Kosova’ya gelip de burada yemek yemeden gitmenin çok şey kaybettiğini düşünüyorum. Daha çorba içerken lezzet, insanın serum gibi iliklerine işliyor.  Hazır buraya gelmişken ve işin içinde yetim çocuklar da olunca elinizin cebinize ne ölçüde gideceği size kalmış. “Gönül isterdi” kinin en son basamağına çıkabilmeyi denemek mi lazım?

 Kosova’dan yeniden Makedonya’nın başkenti Üsküp’e dönüyoruz. Üsküp’ün kenar mahallerini görünce şehir meydanında devasa heykel ve binalara harcanan paraların insanların refahına akıllı yatırımlar yapılarak kullanılması gerektiği kanaatindeyim. Yoksa buralarda yaşayanlar da Makedonya’nın ötekileri miydi?

 Her ne kadar çok kültürlülük üzerine dem vurulsa da Üsküp’te Makedonya hükümeti tarafından yürütülen şövenist yapıyı bariz bir şekilde görebilirsiniz. Şehrin göbeğinde sadece Makedonlara ait heykel ve yapıların varlığı da bunun işareti. Burada yönetim insanlığın erdemini korumak yerine, daha alt basamaklardan biri olan etnisite gücü peşinde.

 Ertesi gün Müslüman Arnavutların yoğunlukta yaşadığı Kalkandelen’e geçiyoruz. Süslü Cami, hemen dikkat çeken yerlerden biri. Rivayet odur ki, iki kız kardeşin çeyiz paralarıyla yaptırmaya başladıkları cami inşaatı bir süre sonra yarıda kalınca dönemin zenginlerinden birinin maddi desteğiyle cami bitiriliyor. İki kız kardeşin mezarı da caminin avlusunda bulunan türbeye konuyor.

Cami, hani “kadın eli değmiş” diye bir deyim vardır ya aynen öyle. Bugüne kadar hiç bu kadar süslü cami görmedim. Ahşap işlemeleri  muhteşem, rengârenk boyalı. Desenler birbirinden güzel. Caminin içi kadar dışı da    rengârenk desenlerle süslü.   Kaneviçe gibi işlenmiş desem yeridir. Kim bilir belki de kanaviçe desenlerinde anlattıkları duygu ve düşüncelerini burada da caminin süslemesinde kullanılan desenlerde anlatmışlardır. Ne dersiniz?

 Coğrafyanın adım attığımız her adımında bağrı yanık bir nefer çıkıyor. Süslü Cami’nin çıkışında yeşil bisikletiyle yol kenarında, başında beyaz şapkalı heyecanlı heyecanlı konuşan yaşlı adamı görünce bir şok  daha yaşıyoruz. Derdi Türkiye. “Allah korudu Türkiye’yi, cumhurbaşkanını, biz yanmışız baba burda, kurtuldu şükür kurtuldu, o zaman gelemezdiniz, ne ezan ne iç bi şey okunamazdı. Milyonnen insan gidecekti.” derken titreyen sesi hepimizi duygulandırdı.

Türkiye, aslında buralarda coğrafyasından büyük bir ülkünün adı. Türkiye  asla bir coğrafyanın adı değil. Türkiye buralarda coğrafi sınırı olmayan memleket. Türkiye buralarda bir inancın adı. Bunu 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türkiye sevdalılarının yaşadığı her coğrafyada gördük.

Fırsat buldukça konuştuğum bölge insanının her söylemi bu düşüncemi destekler nitelikte. Konuştuğum 30-35 yaşlarındaki Ferit, “Bundan on yıl öncesine kadar burada “püskül” (Elini bilekten aşağı doğru sağa sola sallayarak gösteriyor) gibiydik. Kimse bize değer vermez, aşağılarlardı. Şimdi öyle değil. Türkiye buraya geldi iş yerleri açtı. Bize iş verdi, okul yaptı. Camilerimizi onardı. Şimdi kimse bize öyle davranamıyor.” Ferit aslında Türkiye bizim aşımız, devletimiz diyor. Türkiye’nin bölgede varoluş gücünün, güçlerine güç kattığını görüyorum.

Harabati Baba Tekkesi’nin girişindeki Türk Bayrağı’nın halini görünce acaba Balkanlara gidenler yanlarında bayrak götürseler daha mı iyi olur düşüncesi geldi.

Oldukça geniş alana sahip tekkenin yerleşkesinde birçok bölüm var. Restore edilmesi gereken birçok yapıyı görünce TİKA’nın neden buraya el atmadığını düşünmeden edemedim. Avrupa, ya  da başka ülkelerde yaşayan Müslümanlar camileri ve etrafındaki yapıları birer kültür merkezi gibi kullanıyor. Tekkenin de sürekli aktif olan bir kültür merkezi olarak kullanılması hem insanları Yunus Emre’nin deyimiyle “tanış kılar” hem de birçok alanda bilinçlenmelerine katkı sağlar.

Ohri’ye doğru ilerlerken sınırların bu kadar yakın oluşu bana, neredeyse giderken omuzumu başka bir devletin sınırına sürtüneceğini düşündürüyor. Bir başka ifademle bu devletçikleri  ruhumun sığmadığı devletler toplulukları olarak da nitelendiriyorum.

Evliya Çelebi’nin Ohri için, “Cennetten kopmuş bir parça.” diye söylediğinin ifade edildiği bu şehrin güzelliği adıyla anılan gölden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Şiir gibi görüntüsünü düzenlenen şiir festivaliyle taçlandırılan şehirde ödül alan bizden biri ile karşılaşıyoruz. Fazıl Hüsnü Dağlarca 1974 altın çelenk ödülü.

Ohri aynı zamanda Unesco Dünya Mirasları listesinde. Ohri’yi kaleden izleyip, Milço Mançevski’nin “Yağmurdan Önce” filmindeki  St.Jovan Kaneo -(13.yy.) Kiliseye (Ortadoks) bakarken muhteşem mimarisiyle kim bilir nelere tanık olduğunu düşünüyorum.  Kilisesinin olduğu taraftan aşağı inerken Hıristiyan inancını üzerine eğitim vermek üzere Avrupa’nın en büyük ilahiyat fakültesinin inşaatını görüyoruz. Üsküp’teki 66 metre yüksekliğindeki haç ile ilişkilendirince işin başka bir boyutu daha netleşiyor. Hemen aşağısında Ayasofya Kilisesi bize İstanbul’daki Ayasofya’yı hatırlatıyor. Osmanlı döneminde cami, daha sonra kilise şimdilerde ise konser vb. kültürel faaliyetler için kullanıldığını öğreniyoruz.

Altı dil bilen rehberimiz Fuad Hayredin, Türkiye’ye gitmek için göç yaşanırken, ailesinin tren biletlerini aldığı sırada babasının vefat ettiğini ve annesinin erkeksiz çocuklarla yolculuğu göze alamadığından burada kalmak zorunda olduklarını iç çekerek anlatıyor ve “Gitseydik ben de Türkiye vatandaşı olacaktım” diye ilave ediyor. Eğer bir gün Ohri’ye yolunuz düşerse, Fuad Hayredin’in pansiyonunda kalıp ondan Ohri’yi öğrenebilirsiniz(00389 46 262 764 ve 00389 70 249 454).

Yine görüyorum ki Türkiye asla Türkiye değil.

Endemik olan Ohri Alabalığı’nın birçok canlıda olduğu gibi nesli tükenme kaygısıyla son yirmi yıldır yasaklansa bile tutulmasının önüne geçildiğini düşünmüyorum. Öyle olsaydı 20 yılda göl Ohri Alabalığı ile dolardı. Nitekim göldeki yılan balıklarının yumurtlama güzergâhlarına yapılan barajların yılan balıklarının da sonunun Ohri Alabalığı’na benzemesi yakın görünüyor. Van Gölü’ndeki İnci Kefali aklıma geldi.

Kiril alfabesinin kurucusu ve öğreticisi  Aziz Saints Cyril’in Ohri Gölü’ne bakan heykelini görüyoruz. Müslüman olmayan Türkler üzerinde de öğretilmesi konusunda Çarlık Rusya’sının yoğun baskısı, Sovyetler Birliği döneminde de Müslüman olan Türkler üzerinde yasal zorunluluk getirilerek başarılı olunuyor. Kiril Alfabesi halen Kazakistan ve Kırgızistan tarafından kullanılıyor.(5)

Vapurun düdüğü ile, Ohri Gölü’ne çıktığımız tekne turu başlamış oldu. Nefis bir hava, dingin bir şehir ve akşam güneşinin az sayıdaki bulut arasından suya vuran aksi. Rahmetli Evliya Çelebi geçti aklımdan.

Bu geziyi güzel yapan aslında, gezilen yerlerin güzelliğine değer katan yüreklerini gözlerinde gördüğüm dostlar.

Bu gezide ben, baştan aşağı edep giyen kadınlar gördüm.

Bu gezide ben, haya içinde er’ler gördüm.

Eğildim gözlerinden öptüm ışığı.

Ohri’ye gelince trileçe yemeden gitmek olmazdı. Trileçe, üç farklı sütün belirli ölçeklerle karışımından yapılan tatlı. İçinde inek, keçi ve manda sütü var. Hafif ve lezzetli bir tatlı.

7.Gün

20.07.2016 Çarşamba. Otelde kahvaltı yapmak üzere aşağı doğru inerken aşağıdan çok tanıdık bir müziğin geldiğini duydum. Bir kat daha aşağı indiğimde Müslüm Baba çalıyor. Şaşkınlığımı gören Halis Hocam gülerek, “Sanat müziği çalıyordu. Ben de şaka olsun diye Müslüm Baba var mı? dedim. O da bana döndü var abi hemen koyuyorum demez mi? Meğer adam Müslüm Baba hayranı çıktı.” der demez beraberce kahkahayı attık.

Kahvaltıyı yapıp yavaş yavaş Ohri’den Manastır’a doğru yola çıkmaya hazırlanırken, “Ne kadar geç çıkarsak sabah İstanbul trafiğine yakalanma şansımız o kadar artar.” denmesi üzerine bu dingin geziden bütün algılarımızdan silkinip gerçeğe döndük.

Mustafa Kemal Paşa’nın eğitim gördüğü Manastır İdadisi’ni görmek için 80 km lik yolun başlangıcında Ohri Gölü’nü sağ tarafımıza alıp, sazlıkları seyrederek şehirden uzaklaşıyoruz. Yolda giderken ormanlık alanda adeta ağaçlar arasında kayboluyoruz. Başı dumanlı dağların arasında gözüken beyaz çizgiler yeşilin üzerine dökülen bukleler gibi duruyordu. Orman havasının verdiği huzuru insan yaşamının geri kalanında da istiyor.

Manastır’a vardığımızda, saat kulesinin yanında otobüsten indik. Saat kulesinin yanındaki çınarın gövdesine dokununca bir an sanki başka bir dünyayı dolaşır gibi hissettim. Saat Kulesi’ne arkamı döndüğümde Restorasyonu devam eden devam eden İshak Paşa Camisi bütün sadeliği ile karşımıza geliyor.

Şirok (geniş) Sokak Manastır’ın en işlek sokağı. Sokakta bir çok kafeterya ve konsolosluklar görünüyor. Saat Kulesi’nden Manastır Enstitüsü ve Müzesi’ne doğru ilerlerken gittikçe artan kalabalığı görüyoruz. İlerledikçe sürprizlerle karşılaşıyoruz. Mesela “İstanbul Döner” gibi.

Atatürk’ün öğrenim gördüğü binanın önüne geldiğimizde bizi klarnet ve davulla “Oy oy Emine” türküsünü çalan iki Roman ile karşılaşıyoruz. Ohri’de olduğu gibi burada da bizden ezgileri duymak hoşuma gidiyor.

İdadi’nin bahçe kapısının önünde durup baktığımda, sanki içerde ders yapılıyor gibi uğultular geliyor ve hatta Meşrutiyet yanlısı bir subayın öğrencilere telkinlerde bulunduğunu duyar gibi oluyorum. Sanki üst katın penceresinden o zamanlar genç olan Atatürk’ün pencereden bize gülümseyerek “Hoş geldiniz” dediğini düşünüyorum.

Bahçede boş bir lahit ve tarihi kalıntılar var. En çok sevdiğim ağaç türlerinden biri olan genç ıhlamur ağacının okul bahçesi için ne kadar güzel bir seçim olduğunu düşünüyorum. Yaşlı ağaca tırmanan karıncaların düzen ve disiplini de okul için güzel bir görüntü veriyor.

İçeri girip üst kata çıktığımızda “Mustafa Kemal’in Odası” yazısını görüyorum. Atatürk büstünün bir yanında Türk diğer yanında Makedonya Bayrağı’nın olması buranın hâlâ Makedon toprağı olduğunu hatırlatıyor. Çıkışa doğru Büyük Taarruz’u anlatan büyükçe bir resmi görünce halen Yunanlılarla arası iyi olmayan Makedonya’dan Yunanistan’a verilen siyasi bir mesaj olarak algılıyorum.

Mustafa Kemal için hazırlanan bölümden çıkınca aynı katta bulunan tarihi birçok objenin sergilendiği bölümden geçerken Anadolu’nun zaman tünelinden geçer gibi oluyorum. Öyle ki el değirmeninden tutun da, ay yıldızlı kaşelere kadar.

Kosova’da olduğu gibi Manastır’da da binalarda Tito’nun izlerini görüyoruz.  Osmanlı’nın ve Tito’nun birlikte yaşama kültürüyle bir arada tuttuğu bu bölgede bugün Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya ve Kosova bulunuyor ve hâlâ barış içinde yaşamak yerine her an büyük sıkıntılara gebe bir coğrafya. Çağdaş toplum oluşturma gayretinin sonucu bu muydu? Kendi coğrafyasında toplama uluslardan devlet oluşturan Amerikan emperyalizmi her yerde olduğu gibi bu bölgede de kışkırtıcılığın en önemli aktörlerinden biri olmaya devam ediyor.

Binanın çıkışında çingene çocuğun dilenme çabası içinde elini açarak “Allah” diyordu. Kirli ayaklarına esas rengi mavi olduğu kenarlarından belli olan siyahımsı, yan tarafları yırtık ayaklarının dışarı kaydığı terlikleri sürükleyerek yanımıza geldiğinde gözlerime dünyanın her yerindeki yoksulluk gibi bakıyordu. İçerde küçük, yan tarafında insanları katleden ağır silahların sergilendiği binanın önünde de bu çocukla karşılaşıyorum. İki kör olasıca unsuru yan yana görüyorum. Silah ve yoksulluk.

Atatürk’ün izini takip ederek Selanik’e doğru yol alırken geldiğimiz Makedonya sınırında saat:13:20, yüz metre ötede saat: 14:20’yi gösteriyordu. İki ülke arasındaki saat farkı. Bu arada genç rehberimizden bir uyarı geldi. “Polis pasaport kontrolü için içeri girip nereden geliyorsunuz diye sorarsa Makedonya’dan demeyin çünkü Yunanistan Makedonya’yı tanımıyor. Öyle bir ülke yok diyor.” Komedi işte.

Sınırdaki kontrol binasının çatı arasındaki köşeye hiçbir sınır tanımayan kırlangıçların yaptığı yuva sanki insanların coğrafya üzerinde çizdiği sınırlara nazire yapar gibiydi. Kırlangıcın “Yaşasın Özgürlük” dediğini duyar gibiyim.

Çorba paralarını verip Selanik’e doğru yola çıktığımızda oldukça geniş, iki üç kez ürün alan alınan verimli topraklardan geçiyoruz. Yolların daha düzgün yapılı olduğu Yunanistan’da ilerlerken Türkiye’ye gittikçe yaklaşmanın heyecanı hepimizde daha canlanıyor ve Türkiye ile ilgili konuşmalar sıklaşıyordu.

Selanik’e girer girmez ilk uğrak yerimiz Atatürk’ün doğduğu ev oluyor. Türk Konsolosluğu önünde bekleyen epeyce polis görüyorum. Aptalca yapılan darbe girişiminin yabancı ülkelerde yarattığı kaygıdan olsa gerek diye düşünüyorum. Zira benzer bir durumu Üsküp’teki Türk Konsolosluğu önünde de görmüştüm. Atatürk’ün doğduğu evin (ya da başka deyimle müzenin) kapalı oluşu nedeni ile sadece dışardan fotoğraf almamızdan öteye gidemedik. Sürekli akan bir trafikten ötürü otobüsteki profesyonel fotoğrafçıların bile görüntü almakta zorlandıklarını görüyorum.

Selanik’in içinden geçerken Yunanistan vatandaşı Kırcaali’den genç ve yakışıklı kardeşim Cabir bize, Selanik ile ilgili bilgi veriyor. Aristo Meydanı’nın 1918 yılında Fransız mimar Ernest Hébrard tarafından dizayn edildiğini ancak büyük bir bölümünün 1950’lerde inşa edildiğini anlatıyor. Bu arada dükkanların neden kapalı olduğu sorumuza “siesta zamanı” cevabını alıyoruz. Aklıma hınzırlık geldi işte, siesta zamanında Aristo Meydanı’nda Yunanistan’ı nasıl daha fazla batırırızı düşünüyorlar herhalde. İşin içerisine bir de soğuk kahvenin bir-iki saatlik içim süresi de eklenince olabilir diyoruz.

Trigonio Kulesi her ne kadar Galata Kulesi’ni andırsa da hem mimari olarak hem de işlevsellik açısından birbirinden oldukça farklı. Trigonio Kulesi daha geniş, bir de deniz kenarında olduğundan daha çok güvenlik amacıyla yapıldığı dönem için stratejik bir öneme sahip.

Selanik’te Türkiye’ye daha fazla yaklaştığını hissediyorsunuz. Birçok Türkçe konuşanla karşılaşıyoruz. Aslında Balkanların birçok yerinde de bu durum var. Örneğin Ohri’de karşılaştığımız öğretmen kafilesiyle sanki Türkiye’den bir kasabadaymışız gibi konuşuyoruz. Yıllardır Avrupa diye diye bir hal olduğumuz hep hayal kırıklığı yaşatan ülkelerden dönüp Balkanları keşfe çıkmış gibiyiz. 

VEEEE ÜLKEM…

Ötekiden “beriki”yi unutan ülkem

“Gülen”den irkilip silkinen ülkem

Hak’kın yolunda halkı kırılan ülkem

Candaştan kan’daşa giden ülkem

Dışardakinin ülküsü, içerdekinin umarsızı ülkem.

Hükmü coğrafyasından,

Sızısı ağrısından büyük ülkem

Yumun gözlerimi toprakla

Ülkemde uyumak istiyorum…

 

Lokman Ali Yavuz

05.08.2016 saat:00:11

 

Bu yazıyı yazmama tebessümleriyle katkı sunan bir otobüs dolusu eğitimci güzel insana saygılarımla…

KAYNAKÇA :

1-http://www.dunyabulteni.net/haber/278424/kosovayi-ziyaret-eden-son-osmanli-padisahi

 2-http://www.yeniasir.com.tr/sarmasik/2013/12/12/kosovanin-en-onemli-turbesi-meshedi-hudavendigar).

3-https://tr.wikipedia.org/wiki/Rahibe_Teresa

4- http://www.milliyet.com.tr/prizrenli-turkten-ahmet-turk-e--font-color--navy--mesaj--font-/guncel/haberdetayarsiv/25.08.2010/1142101/default.htm

5-https://tr.wikipedia.org/wiki/Kiril_alfabesi

6-Altay Suroy RECEPOĞLU-PRİZREN’DE TÜRK DÖNEMİ KÜLTÜR MİRASI-FİKRİ VE MEDYA HİZMETLERİ DERNEĞİ YAYINI-KİTAP 2-PRİZREN/KOSOVA-Baskı:2009-Sayfa: 25

Sayfa Görüntülenmesi : 4353
2016-08-08
 
 
 
 
   
 

Güncel Öncü Eğitimciler Etkinlikleri



Balkan Turu - 16 - 22 Temmuz 2024
Öncü Eğitimciler Kudüs Seferleri 2024 Yazı
Tübitak -Teknofest Projeleri - 9 Mart 2024
Bahar Dönemi Okuma - Etkinlik Çalışmaları 2024
Safranbolu ve Kastamonu Gezisi - 27-28 Nisan 2024
Öncü Eğitimciler Kudüs Seferleri 22-27 Ocak 2024
Eğitim Akademisi 2023 - 2024 Bahar Dönemi Çağrısı
2024 Yarıyıl Tatili Tematik Öğretmen Gezileri
Öncü Eğitimciler Kıbrıs Turu 22-24 Ocak 2024
Gariplerin İzinde Endülüs Gezisi - 24 - 28 Ocak 2024
Eğitici Oyunlar Atölyesi - 25 Kasım 2023
Eğitim Akademisi Okuma - Etkinlik Çalışmaları
Öncü Eğitimciler Kudüs Seferleri 25-28 Ocak 2023
Öncü Eğitimciler Kudüs Seferleri 12-14 Kasım 2023
 
 


ULUSLARARASI ÖNCÜ EĞİTİMCİLER DERNEĞİ 2013 - Tel: 0 216 640 10 55 - oncuegitimciler@gmail.com - Site Haritası
 .